Köşe Yazıları

Bir etik sorunu: Çocuk hakları mı, acının pornografisi mi?

Bir etik sorunu: Çocuk hakları mı, acının pornografisi mi?
SİBEL YÜKLER
Yetkililerin 24 Temmuz günü tahliye kararıyla girdiği ev bir anda Türkiye’nin gündemine oturdu. Aslında tek başına bir çöp ev, yalnızca haber ajanslarının akşam bültenlerine girmesi için peşine düşeceği sıradan bir haber değeri taşıyabilirdi. Ancak o evde, kapısı kilitli bir odanın açılmasıyla bulunan küçük bir çocuğun varlığı habere verilecek tepkiyi de bir anda değiştirdi. Haliyle haber, pek çok yayın organının yanı sıra kamuoyunun da günlerce konuştuğu bir sansasyona dönüştü.  Böyle olaylar karşısında insanların içini döküp kahredip küfredip ve nihayet lanet edip hislerini ortalığa dökmesine aşinayız. Basının da buradaki büyük manipülasyonunu es geçmek mümkün değil. Neredeyse yeni bir gündem çıkana kadar günlerce farklı şekillerde servis edilen haber, aslında başlı başına bir propagandaya dönüşür. Kamuoyunun dikkatini çeken, gündeminden düşmeyen o malum haberler aslında gündemden düşürülmeyen bir çabanın sonucudur. Bunun bir diğer adı “reyting”dir, yani “kan varsa, iş yapar.” Fakat bazı haberler hassasiyet gerektirir. Örneğin cinsel istismar, ihmal, şiddet, katliam haberleri veya çocuklarla ilgili herhangi bir konu gibi…Ve ne yazık ki kamuoyunun da basının da bu hassasiyeti taşıdığını pek göremeyiz. Tıpkı o evden çıkan çocuğa gösterilmeyen hassasiyet gibi… O gün Demirören Haber Ajansı (DHA) kaynaklı haberin servis edilmesinin ardından Twitter bir anda bir çocuğun ihmal edilmiş haldeki görüntüleriyle doldu. Orada olup “naklen” izlemeyen kamuoyu, anlık değişen bir timeline akışına rağmen sürekli dönen ajitatif görüntülerin içine düştü. Bir çocuğun aylarca, belki de yıllarca hapsedildiği evden kurtarılırken çekilen görüntüleri kamuoyunun tepkisine yol açarken kimsenin ilgilenmediği kritik bir ayrıntı vardı: Çocuk, görüntü alan gazetecilere ısrarla “çekmeyin” diyordu. 

Çocuğun haklarına değil, acıya ve acımıza yönelen duyar

“Çekmeyin.” Bu denli basit ve net bir talepte bulunan çocuğun ağzından çıkan sözler ne görüntü alan gazetecilerin, ne bu görüntüyü servis edenlerin, ne de izleyenlerin umrundaydı. Oysa çocuğun “çekmeyin” uyarısı, görüntüsünün alınmasına rızası olmadığının net biçimde ifadesiydi. Peki çocuğun rızası kimin umrundaydı? Hiç kimsenin.  Söz konusu çocuklar olunca iradelerini, haklarını, mahremiyetlerini görmezden gelmenin, karar mercinin yetişkinler olmasının yegâne sebebi; çocukların özne kabul edilmesi yerine aileye, devlete ve topluma ait bir uzantı olarak görülmesi. Haliyle neyin paylaşılıp paylaşılmayacağına yine “ait bulunduğu” gruplar tarafından karar veriliyor. Çocuğu nesneleştiren ve kendisini otorite gören bu algı, bazen o evden çıkan çocukta, bazen depremde kurtulan başka bir çocukta gösteriyor kendini.  Bir diğer nedense, aslında yıllardır üzerine defaatle yazılıp çizilmiş bir kavramda yatıyor: Acının ve şiddetin pornografisi.  Daha geniş ifadeyle; habercilerin ve kamuoyunun görmeyi tercih ettiği ve arzuladığı şey, bizi başkalarının elem ve kederinin yanında daha iyi hissettirecek o ajitatif içerikler… Her ne kadar görmekten ve izlemekten kaçınsak da bir noktadan sonra merakımızı celbeden ve bize o görüntüleri izleten, izledikten sonra içimizde şefkat, acı, elem, sevinç, rahatlama, çaresizlik ve şükür gibi taşkın duygulara sebep olan şeyi işte tam da bu kavram karşılıyor. Başkasının Acısına Bakmak kitabının yazarı eleştirmen, yazar ve insan hakları savunucusu Susan Sontag, bu durumu şöyle açıklıyor: “Şiddeti uygulayanların yanında, bunu seyreden kitlenin de zamanla şiddetten zevk aldığı gözlemlenmektedir.” Diğer bir deyişle Sontag, başkalarının acılarına bakarken aslında o acının kendi başımıza gelmemiş olmasından ötürü içten içe mutlu olduğumuzu ifade ediyor. Tıpkı kelime olarak, “yaratılan güçlü heyecan ya da birçok kimseyi ilgilendiren, etkileyen heyecan verici olay” anlamına gelen “sansasyon” gibi… Sontag’ın sözlerini, yazar ve çevirmen Mahir Ünsal Eriş de Sarıyaz kitabında şöyle anlatıyor: “İnsanın karanlığı çağıran bir yanı vardır. Bu yan, başkasının felaketinden şükür çıkaran zalimliğin hemen komşusudur.”

Haber için kurban edilenler ve çiğnenen etik

Hem haberciler hem de kamuoyunun nezdinde felaket, şiddet, katliam ya da kaza gibi olayların birer kurbanı vardır. “Kaza kurbanı, katliam kurbanı, sel kurbanı ya da cinayete kurban gidenler”… Kurban ifadesi aynı zamanda “kader”i işaret eder ve bu nedenle mağduru da suçu da görünmez kılar.  Kader, bize faillerin bir hipnozudur ve suçla suçu yok eder. Bu nedenle Soma Katliamı’na ilk elden “kader” diyenler, katliamın esas sorumlularıdır. Bunu “kader” diye servis ederek kamuoyunu hipnotize eden ve suça karşı öfkemizi bastırarak geriye yalnızca acıma ve şefkat duygusu bırakanlar onlardır. Sontag’a göre, “ne kadar çok sempati duyarsak, acılara yol açan gelişmelerde bir suçumuz olmadığı hissine kapılmamız da o kadar kolaylaşır.” İşte o evdeki çocuğa gösterilen duyar da aslında çocuğa değil, bizim hislerimize yoğunlaşıyordu. Öfkeliydik, üzülmüştük, çocuğa sahip çıkılmasını istiyorduk, kahroluyorduk ve ötesine gidemiyorduk. Oysa çocuğu korumak için göstereceğimiz ilk refleks görüntülerinin asla yayılmaması ve paylaşmaması üzerine olmalıydı. Üstelik kulaklarımız “çekmeyin” sözünü duyduktan sonra…  O gün DHA’yı kaynak olarak kullanan haber siteleri içinde en güvenilir haber organları bile çocuğun yalnızca fotoğrafını paylaşmakla kalmamış, ismini de açık ederek yazmıştı. Üstelik haber, günlerce gündemden düşürülmeyecek diğer bilgilerle devam etmişti. Hastanede tedavi altındaki görüntüleri, evdeki görüntüleri, saçları, kilosu, vücudu… Haberciler için bunun cevabı basitti: Bunlar haberin unsuru. Oysa adına unsur diyerek sıyrılan o ayrıntılar çocuğun hakları, özel hayatı, mahremiyeti, rızası ve geleceğine -örneğin unutulma hakkına- dair ne varsa ihlal ediyordu. Fotoğrafsız ve isimsiz haber yazamayacağını düşünenler bir bakıma haber için çocuğu kurban ediyordu. Aynı zamanda haber etiğini de haber atlatma hırsına kurban ettiği gibi… Çünkü kullanılan her bilgi ve görüntü aynı zamanda söz konusu mağduru daha fazla mağdur ediyor ve dijital şiddete açık hale getiriyordu. Geçenin ya da yaygılaştıranın birkaç gününü ayırdıktan sonra unutacağı bu ayrıntılar, mağdur/hayatta kalan için belki günlerce, aylarca belki de yıllarca devam edecek travma da demekti. Psikiyatr Arzu Erkan, iki yıl evvel Twitter’da yazdığı floodda şiddet haberlerini yazarken ve bu haberleri paylaşırken nelere dikkat edilmesi gerektiğini şöyle aktarmıştı: “İnsanların tüm bu hassas noktaları düşünmeden, etkin çözümler için harekete geçmeksizin ‘tek tıkla’ paylaşarak ‘üzerine düşeni yapmış olma’ rehavetine kapıldığını düşünüyorum. Bunlar ancak failleri özendirip güçlendirirken, şiddete maruz kalanların kendilerini çaresiz hissetmelerine ve kurban rolüne sıkıştırılarak güçsüzleştirilmelerine hizmet eder.”

Trajedinin altında ezilen gerçekler ve özneler

Yıllar önce yoksulluğun sürüklediği intiharla gündeme gelen bir kadının hikâyesini araştırmak için Adana’ya gittiğimde, arşivde taradığım haberlerin tamamında “acı son”dan başka hiçbir bilgi bulamamıştım. Büyük trajediden, romantize edilen intihar biçiminden, geriye kalan çocuklar için resmedilen acıma duygusundan yoğurulmuş bir yığından söz ediyorum.  Bu trajedi yığını haberlerin birinde bile kadını intihara sürükleyen nedenler, yoksulluğun sebepleri, örneğin esnek ve güvencesiz mesleklerden mevsimlik tarım işçisi olarak geçinmeye çalışması, doğumdan sonra işsiz kalması, muhtarın yoksul mahalleliyi kaymakamlık yardımları gibi yardımlardan haberdar etmemesi gibi son derece mühim ve esas haber konusu olacak bilgilerin hiçbiri yoktu. Hatta kapısını çaldıkları muhtarın “bizden hiç yardım talebi olmamış” sözlerini manşete çekmeyi bir maharet sayarken, aynı muhtara “peki siz mahalledeki yoksullara ulaşıp haklarından neden bahsetmiyorsunuz ve yardımları neden ulaştırmıyorsunuz?” sorusunu hiç yöneltmemişler. Öyle ya, sorumluları işaret etmektense “kader kurbanı zavallı kadının acı sonu”nu anlatmak daha çok iş yapardı ve kimsenin de huzuru kaçmazdı.  Söz konusu olaya dönersek, çocuklar bizlerin elemi, şükrü, çaresizliği, akşam reytingi ya da haberin tık sayısı için “kurban” edilecek nesneler değil. Aslında hem gazeteci için hem de kamuoyu için sorulacak soru şunlar olmalıydı:  Bu fotoğraf, görüntü ve bilgilerin kamuoyuna ve çocuğa faydası nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Öncelik çocuğun görüntülerini izlemek ve yaymak mı, yoksa çocuğu bunca zamandır her tür hakkından mahrum eden sistemin eksikliğini işaret etmek mi? Üzülmek mi önceliğimiz, yoksa çocuğun ihlal edilen hakları mı? Acınası kurbanlar mı aramalıyız, yoksa  ihmalin sorumlularını mı? Konuya dair Evrensel’den Sevda Karaca’nın ve teyit.org’dan Ali Osman Arabacı’nın alanında uzman isimlerle görüştüğü haberleri okuyabilirsiniz. 
Image

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.