Haberler

Korku iklimi amenna, peki meslek onurunu kim koruyacak?

Korku iklimi amenna, peki meslek onurunu kim koruyacak?
SİBEL YÜKLER*
kuşların bakışına göre değişir yeryüzü sert pençesiyle küfü çizen baykuş ağacına kendi çapında bir yangın getiren saka gagasından bir yıldız kaydıran kırlangıç serçelerin onuruna göre değişir dünya -Ülkü Tamer
Önümde bir fotoğraf, tarihi 2016. Mevsimlerden güz, günlerden 29 Ekim. Ülkenin OHAL’le kuşatılmasının üzerinden üç ay geçmiş, KHK’larda sıra nihayet basına gelmiş. Dün gibi tekrar okuyorum mesajı: “Ajansımız 29 Ekim 2016 günü çıkarılan 675 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle kapatıldı.”  Ankara’da, kentin politik belleğinin simgesi, bir zamanların eylem alanı Yüksel Caddesindeyiz. Arkada, yıllardır elinde tuttuğu bildirgede yazanlara nispet aylar sonra gözaltına alınıp bir buçuk yıl polis ablukasında tutuklu kalacak İnsan Hakları Anıtı var.  İnsan da soruyor tabii, “anıtın suçu neydi?” diye. Sen misin “insan hakları” diyen, tutuklanırsın işte. O alışkın tabii, en az yanımızdaki bir başka Ankara belleği Peri, yani Perihan Pulat kadar… Pankartta JINHA, DİHA, Özgür Gündem ve Azadiya Welat’ın susturulamayacağı yazıyor. Açıklamayı JINHA muhabiri Habibe Eren yapıyor. Aradan altı yıl geçiyor. Bu kez önümde cam kapı var. Tarih, 2022. Mevsimlerden güz, günlerden 29 Ekim. Diyarbakır’da 16 gazetecinin tutuklanmasının üzerinden dört ay geçmiş. Son dakikayı gönderiyorum: “Adliyeye getirilen 10 gazetecinin ifade işlemleri için 9 savcı görevlendirildi. Gazetecilerin ifadesini aynı anda ayrı savcılar alacak.” Yine Ankara’da, bu kez adliyenin Terör Suçları Bürosu önündeyiz. Cam kapının bir tarafında biz, bir tarafında 10 gazeteci var. Aramızdaki polislere aldırış etmeden el sallıyoruz uzaktan uzaktan. Kelepçeli elini sallayanlardan biri de altı yıl önce aynı gün “Özgür basın susturulamaz” diyen Habibe Eren. 25 Ekim’de altı ayrı ilde eş zamanlı gözaltına alınan 11 Kürt gazeteciden biri Habibe. JINHA’da başladığı muhabirliğe, KHK ile kapatılınca Şujîn’de, o da başka bir KHK ile kapatılınca en son JinNews’te devam etti. Karşısındaki sandalyede Selman Güzelyüz var. Onun da hikâyesi benzer. Önce DİHA, sonra Dihaber, en son da Mezopotamya Haber Ajansı... Habibe’yle Selman, onca yıl birlikte çalıştıkları Ankara’ya, gözaltına alındıkları Diyarbakır’dan da birlikte getirildi. Adliyeye vardıklarında saatler 10.00’u gösteriyordu. Soruşturma savcısının ifadeleri tek başına almayacağı, dokuz savcının görevlendirildiği bildirildi önce. Gerekçesi, resmi tatil başlamadan hızlıca ifadeleri tamamlamaktı. Angaryayla uğraşmak istemiyorlardı güya.  Fakat öyle olmadı. Uzadıkça uzadı tüm sahne. Önce gazeteciler ve aileler adliyeden çıkarıldı, peşi sıra ifadeler başladı. Saat 12.30’da başlayan 10 gazetecinin ifadesi iki buçuk saat sürdü. Selman en sona bırakılmıştı, ifadesini soruşturma savcısı bizzat alacaktı. Onun ifadesi bittiğinde saat artık 17.00’ydi. 

Ankara ayazında 17 saatlik bekleyiş

Ankara’nın ayazını iliklerine kadar yiyenler çok iyi bilir, hiç tatmayanlar da ününü ziyadesiyle duymuştur. O ayazda, geceden yola çıkıp sabahın erken saatinde kente gelen aileler, akşama kadar savcılık kararını bekledi adliye önünde. Tam üç buçuk saat umutla, evlatları için “serbest” sözünü duymak istediler. Olmadı… Tutuklama talebiyle sevk edildikleri haberini aldığımızda saatler 20.30’u gösteriyordu.  Üzerinde incecik bir ceket, gözlerinde kocaman bir umut, içinde bambaşka bir telaşla savcılık kararını bekleyenlerden biri de Deniz’in babasıydı. Kaç kez ifade vermiş, kaç kez gözaltı kararı çıkmıştı evladı hakkında. Bir kere bile tutuklanmamasına umutla sarılıyordu.  “Benim kızım gazeteci, sadece gazeteci. Tek işi budur,” diyen Berivan’ın babası, en az onun kadar latif olan Selman’ın kardeşleri… Hepsi Ankara’nın el yakan, ilik donduran ayazına inat yola dizilmiş, gazetecilikten başka hiçbir suçu olmayan sevdiklerini bekliyordu.  Nihayet dokuz gazeteci için tutuklama kararı çıktığında saat 03.00 olmuştu artık. Zamanı, tarihi, geçmişi ve bugünü birlikte okuma alışkanlığımdan, dönüp 16 Haziran’da Diyarbakır’daki avukatın attığı mesaja baktım. “Ömer tutuklama, Safiye tutuklama, Mehmet Ali tutuklama” diye peş peşe isimleri yazdığında saat 03.11’i gösteriyormuş. İsimler değişiyor, mekanlar değişiyor, açıklamayı yapanlar, açıklama yapılanlar, kentler, adliyeler değişiyor ama gerçeğin kendisi hiç değişmiyor. Onca saat, “Kürt gazeteciler tutuklandı” demek için bekleyip duruyorsun yine. Bir bakıyorsun 29 Ekim 2016’da ajansları ve gazeteleri KHK ile kapatılıyor, bir bakıyorsun altı yıl sonra yine bir 29 Ekim’de bu kez muhabirleri tutuklanıyordu. Oyunu tüm teçhizatıyla kurup işletenler, gün geliyor Diyarbakır’daki 20 gazeteciyi sabaha kadar bekletip 16’sını tutukluyor, başka bir gün Ankara’daki 10 gazeteciyi aynı saate kadar bekletip 9’unu tutukluyordu. 

Soruldu: Habere gitmişsin, neden?

Bütün bunların yanında emniyet görüntüleriyle gözaltına alınışları kriminalize edilirken, sorulan sorulara, yöneltilen suçlamalara baktığımızda hem mesleğimiz hem hukuk hem de meslektaşlarımız adına utanç verici bir dosyayla karşı karşıyaydık.  “Habere gitmişsin, neden?”, “Mezopotamya Ajansı’ndan rahatsız mısın?”, “Neden yazı işleri müdür oldun?”, “Mikrofon ile neden fotoğraf çektin?” Yok yere dört gün süren gözaltının, 17 saat süren işlemler ardından verilen tutuklama kararının ve ifadeye çağırmaya bile lüzum görülmeyecek şu sorulardan oluşan soruşturmanın göbeğinde şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. Dezenformasyon/Sansür Yasası’nın Meclis’ten geçmesinden görüntülerin servis edilmesine kadar, ses çıkmasın, kamuoyu oluşmasın diye ortaya saldıkları korkunun hem gazetecilerin hem de kamuoyunun bundan sebep çekinmesine bile değmeyecek bir koflukta olduğuna tanıklık etmekse öfkelendirici olduğu kadar hayret vericiydi de.

Gazetecilik onuru kimlik tanır mı?

Ve işte o korku ikliminin ilk boranı yine aynı yerin ensesinde esiyordu. “Gazetecinin Kürdü, Türkü yok” diyen mefhûm-ı muhalifin ısrarla görmek istemediği ya da alışkın olmadığı mektum ve mestur o hakikat şuydu:  Dört ay içinde gözaltına alınan 31 gazeteci ve tutuklanan 25 gazeteci ne tesadüftür ki Kürttü…  Pek tuhaf değil mi… Anlaşılması güçlükle karşılandığı için yinelersem, dört ay içinde tam 25 gazeteci tutuklanmıştı ve hepsi de Kürttü.  Sadece son tutuklamalara baktığımızda bile MA’nın yazı işleri müdürü ile Diyarbakır, Ankara ve Urfa büronun bel kemikleri, JinNews’in haber müdürü, muhabirleri cezaevine gönderilmişti. Her iki ajansın da onlarca bilgisayar, mikrofon ve kamerasına el konulmuştu dört ayda. Hem 16 Haziran hem de 29 Ekim tutuklamalarında ortaya çıkan tablo şu oldu aslında:  Ajanslar, gazeteler ve yapım şirketlerinden tutuklanan gazetecileri ve el konulan ekipmanlarıyla, Kürt basını genel anlamda ve seçim öncesinde bütünüyle işlevsiz hale getirilmek isteniyordu.  İlk duruşmada bırakılırlardı bırakılmasına da Diyarbakır’daki gazetecilerin bile neredeyse beşinci aya girecek tutukluğunda hâlâ bir iddianame hazırlanmış değil. Selman’ın, tutuklama gerekçesine “iltisak” çıkarmaya çalışan soruya verdiği yanıt, meselenin de özü aslında: “Bu benim ilgi alanıma girmiyor, ben meseleye gazeteci olarak bakarım.” Bütün bu görüntüler, yaratılan korkular, bitmek bilmeyen tutuklamalar; üstü örtülen gerçeğe ısrarla muhalefet edenlerin aksine Kürt gazetecilere yapılanlar nezdinde bizatihi mesleğimize ve meslek onurumuza büyük bir saldırı aslında.  Gazetecilik onurunu yerle yeksan ediyorlar. Basın ve ifade özgürlüğünü, gazetecilik onurunu korumak isteyenler şayet bu büyük saldırıya gazeteci olarak bakmayıp mesleki dayanışmayı büyütmezse yapayalnız kalacağımız da su götürmez gerçek. Zira, emniyetin gözaltı görüntülerini servis ederek gazetecileri kriminalize etme çabası nasıl yerini bulduysa, Diyarbakır’dakinden de koca bir sessizliğin ortasında oturuyoruz.

‘Kürt müsün, gazeteci mi?’

Geçen ay gazeteci Yıldız Tar’ın Musa Anter Gazetecilik Ödülü’nü alırken LGBTİ+ bir gazeteci olmanın, “Ben yazmazsam kimse yazmaz” diyen bir yalnızlık olduğunu anlattığı o konuşmadaki hakikat, bir kez daha Kürt gazetecilerin tutuklanmasında vücut bulmuştu.  Birilerinin illegalize etme çabasına bilerek ya da istemeyerek cevaz verenlerin ya da adımını günün sonunda endişeyle bir önden iki geriden atanların; kamuoyu nezdindeki takdirinden sual olunmaz gazetecilerin de vaktiyle hangi  iddianamelerle nasıl illegalize edilmeye çalışıldığını unutmayarak dayanışmayı öncelemesi, hem mesleğimiz hem de basın özgürlüğümüz açısından elzem. Yıldız’ın o konuşmadaki son sözü gibi: “Umarım yalnızlığın kalmadığı devri görürüz.” Zira, geriye tutuklanacak Kürt gazeteci, kapatılacak ajans, yok edilecek bir “özgür basın” kalmadığında sıra bu kez diğerlerine gelecek ve gazetecilik mesleği tümden suç teşkil edecek. Ütopik değil ama distopik olarak, ancak yazılmamış haberin sakıncasının olmayacağı bir senaryo bizi bekleyecek. Ülkü Tamer’in “ağacına kendi çapında bir yangın getiren saka” diye tabir ettiği kuşların bakışına göre değişen dünyayı, “Ceylan Önkol’u, faili meçhul cinayetleri, Roboski’yi yazmasaydılar duyamazdık” cümlesini, yaptıkları gazeteciliğin ne denli kıymetli olduğunu kaç kez tekrarladık, bilemiyorum.  Kapsül’ün “Coğrafya Haberdir” belgeselinden sonra JinNews’te bir yazı yayınlamıştı Habibe. Son söz niyetine, “Kürt müsün, gazeteci mi?” yazısında, neden Kürt gazeteci olmak zorunda kaldıklarını Habibe Eren anlatsın:
Kürt gazetecilerin koşul olarak ‘normali’ni de tartışmak gerekir. Olağanüstü koşullarda, sürekli olarak yargı tacizinde yeri geldiğinde ablukanın arkasında yeri geldiğinde ‘demir parmaklıkların’ arkasında. Eşit olmayan koşullarda zorun içinde gazetecilik yapmanın bedelini bile bile görevin gerekliliklerini yapması, Kürt olarak maruz kaldığı koşulların farklı olduğunu kanıtlamıyor mu? Bir yandan yok sayılıp, bir yandan da her gün ne kadar öldürüldüğümüzün gerçekliği üzerine şekillenen bir sistem içinde; neyi ne kadar dile getirdiğimiz, ya da neyi nasıl gördüğümüz tek taraflı bir tercih mi?
Image

Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) haber alma hakkı, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü alanlarında faaliyet yürüten bir sivil toplum kuruluşudur. Derneğimiz başta gazeteciler olmak üzere mesleki faaliyetleri sebebiyle yargılanan kişilere hukuki destek vermektedir.